Daha önce Nicholson International’ın Çin, ABD ve 1991-1998 yılları arasında da Türkiye ofislerinde çalışan Bright, 2007 yılının başında kendi şirketini kurmuş ve Türkiye’de faaliyet göstermeyi tercih etmiş. Ülkemizi gayet iyi tanıyan ve düzgün Türkçesi ile bizi şaşırtan İngiliz işadamının gözüyle, Türkiye’nin ekonomik, politik ve sosyal yaşamına bakmaya çalıştık.
Türkiye’deki yöneticiler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’deki yöneticileri genellikle başarılı buluyorum. Günümüzde yöneticiler için üç kritik nokta var. Bunlardan birincisi, değişim. Mesela ben kariyerime başladığımda, faks çok yeniydi, İnternet yoktu. Oysa şu anda İnternet olmasa, mail olmasa bu işi yapamam. 90’lı yılların başında Türkiye’de çalışırken, bir gazeteye iş ilanı vermiştik ve 1000’in üzerinde başvuru gelince, postacı bizi şikâyet etmişti. Bugün ise posta yoluyla neredeyse hiçbir şey gelmiyor. Dolayısıyla günümüzde değişimi yönetebilen ya da yakalayabilen yöneticiler başarılı olabiliyor.
İkinci kritik nokta, bilgi. Eskiden el emeğini kullanan çalışanlar çoktu, ama bilgi çağında insanların çoğu bilgilerini kullanacakları işlerde çalışıyorlar. Bu nedenle yeni şeyler öğrenmek kritik önem taşıyor. Üçüncüsü ise küreselleşme. Artık dünya küçüldüğü için, şirketleri yerel değil, global olarak düşünmek gerekiyor. Bu üç kritik konuda da Türk yöneticilerinin çok iyi olduklarını düşünüyorum. Türkiye çok hızlı değişen bir ülke olduğu için, yöneticiler, normal bir olgu olarak algıladıkları değişime uyum sağlamakta güçlük çekmiyorlar. Hızlı ve kesin karar veren Türk yöneticiler, riske girmekten de kaçınmıyorlar. Bu özellikler, Türk yöneticilerin dünyada da çok başarılı olmalarını sağlıyor. Mesela İngiltere’deki krize oradaki yöneticiler alışık değiller, ama Türk yöneticiler orada da başarılı oluyorlar. Çinliler, İngilizler ve ABD’li yöneticiler ile kıyasladığımda, Türk yöneticilerin öğrenmeye de çok istekli olduklarını görüyorum. Bunun için eğitimler alıyor, seminerlere katılıyor ve çok okuyorlar ki, bu da çok önemli bir gösterge.
Bunun yanı sıra Türk yöneticiler, seyahat etmeyi de çok seviyorlar. Ticari kökleri olduğu için, dünyada nereye giderseniz gidin, Türkler ile karşılaşabiliyorsunuz. Farklı kültürlere sıcak baktıkları için, yabancı ülkelerde başarılı oluyorlar. Ayrıca çok çalışkanlar ve yaptıkları işe önem veriyorlar. Bazen Levent’teki plazaların ışıklarının gece 10-11’de hâlâ açık olduğunu görüyorum. Batı Avrupa’da ise insanlar mesai saatlerinin dışında çalışmak istemiyorlar.
Türkiye’yi seçmenizde başka hangi faktörler etkili oldu?
1991-1998 yılları arasında burada çalıştıktan sonra, Çin’e ve ABD’ye gittim. Ancak daha sonra Türkiye’ye dönmeye karar verdim çünkü burayı hem iş hem de sosyal yaşam anlamında çok seviyorum. Bugüne kadar çalıştığım diğer ülkelerle kıyaslarsam, mesela İngiltere’yi biraz yavaş buluyorum artık. Yirmi sene önceki İngiltere ile şimdiki arasında çok büyük fark yok. Oysa Türkiye’de ilginç yatırımlar var, bu değişim ve büyüme çok çekici. Türk insanını da seviyor ve sıcak buluyorum. Sosyal hayatı ve Boğaz’ı da çok seviyorum. İstanbul çok özel bir yer. Çin’de çalışabilirdim, iş olarak çok büyük fırsatlar var. Türkiye’de doğrudan yabancı yatırım 1 milyar dolar iken, Çin’de aynı sene 65 milyar dolardı. Ama açıkçası Çin’i kültür olarak sevmiyorum ve en önemlisi çok uzak. Türkiye ise çok önemli bir noktada ve birçok yere yakın. İngiltere’de de projelerim var, Türkiye’deyken bir ayağım da İngiltere’de olabiliyor.
Türkiye’deki siyasi ortamı ve seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası çok olumlu bakıyorum. 90’larda siyasi ortamdan çok sıkılıyordum. Türkiye’den ayrılma nedenlerimden biri de buydu. Herkes ne yapılması gerektiğini biliyordu ama ekonomik reformlar bir türlü hayata geçirilmiyordu. Sürekli koalisyon hükümetleri kuruluyordu ve siyasi liderler seçimlerde tutamayacakları sözler veriyorlardı. Sonra da tabii ki hiçbir şey olmuyordu. Mesela Türkiye’de çok kaliteli banka ve bankacılar var. Keşke o insanlar daha fazla siyasetle ilgilenseler diye düşünüyordum, ama onlar siyasete girmiyorlardı. 90’larda çok fazla kaliteli liderler görmedim. Ayrıca Türkiye’de o zaman bir parti sistemi de yoktu. Mesela İngiltere’de şu anda üç büyük parti ve bir disiplin var. Türkiye’de ise bir lider seçime girip kazanamazsa, genellikle gidip başka bir parti kuruyor. Türkiye’deki partilerin çoğu lider ve onun grubuydu. Aslında tam anlamıyla parti değildi. Mesela DSP, Bülent Ecevit’siz düşünülemezdi, bir parti disiplini yoktu. Bu durum da beni çok sıktı ve üzdü.
Türkiye o zamanlar çok az doğrudan yabancı yatırım çekiyordu. Enflasyon çok yüksekti. Devletin alması gereken önlemler çok basitti ama bunlar yapılmıyordu. 2001’den sonra ise çok kapsamlı reformlar gerçekleştirildi ve bu reformlar devam ediyor.
Doğrusu seçimden koalisyon çıkacak diye korktum. Seçimden önce MHP ve CHP’nin koalisyon yapabileceği konuşuluyordu. Bir iş adamı olarak benim için korkunç bir şey. Bu partileri sevmediğimden değil, ama başarılı bir hükümet olmazdı. Partileri seviyor muyum sevmiyor muyum ayrı konu, ama bugün en azından doğru adımlar atılıyor.
Ekonomik ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii riskler var. Bölge ve kredi riski var. Ayrıca TL şu anda çok değerli, TL’nin değer kaybetmesi gerekiyor. Şu anda 1,3 seviyesinde dolar, çok düştü. 1,5-1,6 civarında olması lazım. Türkiye ihracat yapan bir ülke ve ihracattan para kazanıyor. Ancak TL’nin çok değerli olması ihracatçıları zorluyor. Dolayısıyla her şey yüzde yüz mükemmel değil belki, ama Türkiye’de son beş-altı senedir ekonomi iyi yönetiliyor.
Türkiye’de en büyük sorunların neler olduğunu düşünüyorsunuz?
Türkiye’de eğitim pahalı. Bu alana eskiye nazaran daha fazla yatırım yapılıyor, ama eğitimin temelinde hâlâ ezberin olması önemli bir sorun. Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolay, önemli olan o bilgiyi nereden bulacağınızı bilmeniz ve analiz edebilmeniz. Ancak Türkiye’deki okulların çoğu, düşünmeye, tartışmaya değil, ezbere dayalı bir eğitim veriyor. On beş-yirmi yıl sonra dünyada başarı kazanacak ekonomiler, eğitilmiş insanlara sahip ülkelerden oluşacak. Bugün büyük şirketlerle konuştuğumuzda, gelişmekte olan ülkelerde kaliteli iş gücü bulamamaktan yakınıyorlar. Dolayısıyla bilgi çağını yakalamak için, kaliteli eğitim şart.
Türkiye’deki ikinci önemli sorun ise altyapı. Özellikle de ulaşım altyapısındaki sorunlar, yabancı yatırımcıları zorluyor. Bazı şirketler İstanbul’u bölgesel merkez olarak seçiyorlar ama bunun için rahat bir ulaşım imkânının sunulmuş olması gerekiyor. Mesela Altunizade’de çalışıyorsanız, bir saat içinde havaalanına gidebilmelisiniz. Türkiye’de nüfusa oranla, araç sahipliği oranı halen düşük olduğu halde, trafik sorunu yaşanıyor. Araç sayısı ikiye katlandığı zaman, yollar iyice yetersiz kalacak. İngiltere, ne kadar çok yol yapılırsa, o kadar trafik ortaya çıkacağını öğrendi. Bu yüzden toplum ulaşım çözümüne odaklandı. Türkiye’de de kaliteli, temiz, güvenli, beyaz yakalıların kullanmak isteyecekleri bir toplum ulaşım çözümü bulunması gerekiyor. Ben belediye başkanı olsam, İstanbul’daki boğaz köprülerinin üzerine sadece toplum ulaşım için bir şerit koyarım. Bunların yanı sıra metro doğru bir yatırım, hızlı tren de olmalı. Toplum ulaşımda belirli bir kaliteye ulaşılması, özel araç kullanımını azaltacaktır. İnsanları toplu ulaşıma yönlendirmek için bazı ek önlemler de alınabilir. Mesela Londra’da şehir merkezine özel araçlarıyla girmek isteyenler, günlük 15 YTL kadar bir ücret ödemek zorundalar. Özel aracını tercih eden bu ücreti ödüyor ve buradan elde edilen gelir de toplu ulaşım yatırımları için kullanılıyor. Bu uygulamadan sonra, çoğu kişinin şehir merkezine girmek için, metro ve otobüsü tercih ettikleri gözleniyor.
Büyük yabancı yatırımcılar, merkez ofislerini kurmak için genellikle Dubai, Atina ve İstanbul arasında bir seçim yapıyorlar. Türkiye’nin merkezi coğrafi konumu, büyük piyasası, deneyimli yöneticileri büyük bir avantaj olduğu halde, İstanbul’un ulaşım sorunu büyük bir dezavantaj oluşturuyor. Bu yüzden şirketler, merkez ofislerini Dubai de kurmayı tercih edebiliyorlar.
Diğer taraftan Türkiye’de çevreye de hâlen gereken önem verilmiyor. Mesela ben cam şişeleri çöpe atmaktan nefret ediyorum ama henüz yeniden kazanım uygulaması yaygın değil. Çevreye gelene kadar daha pek çok sorunun çözüm beklediği düşünülüyor ama unutulmamalı ki, yatırımcılar için çevre de büyük önem taşıyor. Mesela Hong-Kong hava kalitesi çok kötü olduğu için yatırım kaybediyor. Çevreyi, havayı temiz tutmanın yolu da yine toplu ulaşımdan geçiyor. Ancak yine de on sene öncesine göre çevre konusunda çok iyi yatırımlar yapılmaya başlandığını söyleyebilirim.
Yabancı yatırımcıların Türkiye’ye ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
80’li, 90’lı yıllarda yapılmayan yatırımlar yapılıyor şimdilerde. Türkiye’de o yıllarda çok az yabancı yatırım vardı. 1996’da Çek Cumhuriyeti’nde 3-4 milyon dolarlık yabancı yatırım varken, Türkiye’de bu rakam 400 milyon dolar civarındaydı. Enflasyon yüksekti, siyasilere güven yoktu. Bugün ise, yabancı yatırımcılar açısından Türkiye çok cazip bir ülke ve bunun devam edeceğini düşünüyorum. Yabancılar geliyor ve her şeyi satın alıyorlar diye düşünenler de var, ama bence böyle bir tehlike yok. Artık para bir ülkeye ait değil. Örneğin İngiltere’de otomotiv ve beyaz eşya sektörü kalmadı, hepsi Koreli ve Japonların elinde. Ben Türkiye için en kritik konunun, bölgesel finans merkezi haline gelmesi olduğunu düşünüyorum. Yabancılar burada yaşamayı seviyor. Şirketlerin bölgesel merkez olarak Türkiye’yi seçmesini sağlamak için, ne yapılması gerekiyorsa yapılmalı. Microsoft ve Coca-Cola iki önemli örnek. Microsoft Türkiye, Ortadoğu ve Afrika’yı buradan yönetiyor. Coca-Cola buradan 47 ülkeyi yönetiyor. Bu tür büyük şirketlerin gelmesinin ekonomiye çok büyük bir faydası var.
Türkiye’de birlikte çalıştığınız yabancı yöneticiler buraya nasıl bakıyorlar? Kolay uyum sağlayabiliyorlar mı?
Genellikle mutlular. Bazıları işçi bulmak, ev eşyasını yurt dışından getirtmek, gümrükten geçirmek gibi idari işlerde zorlanıyorlar. Türkiye bürokrasiyi seven bir ülke, ama bunun ülkeye hiçbir faydası yok. Bir arkadaşım emekli olunca güneyde bir hediyelik eşya dükkânı açmak istedi ama jandarmaya yakın mesafede olması nedeniyle izin alamadı. Türkiye’de her şeye noterde gerçekleşiyor. İngiltere’de on yıl içinde, burada bir yılda gittiğim kadar çok notere gitmemişimdir. Dolayısıyla bu tip bürokratik işlemler yönetici ve yatırımcılar için sorun ama genellikle Türkiye’ye ilişkin olumlu düşüncelere sahipler.
“Şirketi geçen sene kurduk. İstanbul’da ve güneyde birer ev aldık. Tamamen Türkiye’ye odaklanmış durumdayız. Birkaç bölgede daha iş yapıyoruz ama oralarda ofis kurmayı düşünmüyoruz. En az beş sene daha buralarda olmak istiyoruz.
Türkiye’de boş zamanlarımı çok güzel değerlendiriyorum. Futbol oynuyorum, koşuyorum, spor merkezine gidiyorum. İstanbul’da yürümeyi çok seviyorum. Eşimle Sultanahmet’in arka sokaklarına gidip, eski duvarları takip ediyoruz. Mısır Çarşısı civarında dolaşmayı, Rahmi Koç Müzesi’ne gitmeyi seviyorum. İstanbul’da hamama gidiyorum bazen. Çinili hamam var Fatih’te, orayı çok seviyorum ve rahatlıyorum. Güneydeki taş evimizde ise bahçe ile uğraşmak çok dinlendirici. Organik tarım deniyoruz eşimle birlikte. Ayrıca Türk müziğini dinlemeyi çok seviyorum. Sezen Aksu, Sertap Erener, Mor ve Ötesi’nin konserine gittim. Ney dinlemeyi de çok seviyorum.
Buraya 91 yılında geldiğimde toplu ulaşımı denemek istedim ve ilk öğrendiğim kelime Beşiktaş oldu. Ondan sonra bir arkadaşımla maç izlerken, Beşiktaş’ın bir takım adı da olduğunu öğrendim ve o gün bugündür Beşiktaşlıyım. Ara sıra maçlara da gidiyorum ve yakından takip etmeye çalışıyorum. Beşiktaş taraftarının, Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarlarına göre daha sadık olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’nin yabancı yatırımcılar açısından cazip bir ülke olduğunu ifade Tim Bright, “Şirketlerin bölgesel merkez olarak Türkiye’yi seçmesini sağlamak için, ne yapılması gerekiyorsa yapılmalı” diyor.